İyonya
HAFTA SONU ROTASI; İYONYA
Gece yolculukları hep yorucu olmuştur. Ne kadar uyusanız da sabah araçtan indiğinizde biraz sırt ağrısı illaki olur. İstanbul’un kirli, isli havasından kopup gelen birisi için; şirin bir köyde ve temiz bir havada yapılacak köy kahvaltısından daha güzel bir güne başlangıç olamaz herhalde.
Önce mandalina bahçelerinin, sonra da zeytinliklerin arasından sekiz kilometre kıvrıla kıvrıla çıktık, meyve şaraplarıyla ünlü köye…
Köy, bundan yaklaşık bin 600 yıl önce bazı Efesli Hıristiyanlar tarafından kuruluyor. 19’uncu yüzyılada ise bin 800 haneli, tamamı Rumlardan oluşan bir köydür. Köyün eski ismi “Kırkınca” ya da “Kirkince”, daha sonra da “Çirkince”… Çirkince ismine ilişkin olarak söylenenler hoş: Rumlar suyu bol, havası güzel, toprağı verimli bu köye kimse gelmesin, gelip de yerleşmesin diye adını Kırkınca’dan Çirkince’ye çevirmişler. Bölgeyle aynı tarihsel kaderi yaşayan kendi halindeki Şirince’ye, savaş sonrasında mübadele ile birlikte Rumlardan boşalan yerlere, Kavala’dan, Selanik’ten gelen Türkler yerleştirilir. 1926–1935 yılları arasında görev yapan İzmir Valisi Kazım Dirik, bölgeye ziyarete gelip köye hayran olduktan sonra buranın adını Çirkince’den “Şirince”ye çevirir…
Hava soğuk fakat kahvaltı yapacağımız işletmenin şöminesi çıtırdayarak yanıyor. Yüzlerdeki uykulu hâl yavaş yavaş silinmeye başlıyor. Tamamı köyün ürünlerinden oluşan kahvaltının ardından ortalık kalabalıklaşmadan köyü gezelim diyoruz. Şirince küçük bir köy. Varın gelin ara sokaklarını dolaşalım; köy meydanı ve tezgahların kurulduğu sokakları zaten gezeceğiz: Asıl güzellik yokuşlarında, ara sokaklarında. Köy öyle özel bir alana kurulu ki, her noktasından ayrı bir güzelliğe bakabiliyorsunuz.
Zamanında 40 manastır olduğu söylenen köyde şu an sadece iki kilise var. Biz Vaftizci Yahya Kilisesi’ni geziyoruz. Kilisenin içindeki fresklerin neredeyse tamamı yok olmuş. Yapım yılı 19’uncu yüzyıl ortaları.
Köyün asıl geçim kaynağını meyve şarapları oluşturuyor. Her damak tadı için bir seçeneğe ulaşmak mümkün. Sabahın erken bir saati demeden, köyün meşhur şaraplarının tadına bakıyoruz. Bu erken saatte bizi konuk etmekten şaşkın olan Asmalıbağ Şarap Evi’nin genç çalışanları, tüm türler konusunda geniş bilgileriyle, bizden alkış alıyorlar.
Köyde şirin pansiyonlar var; bunlardan en meşhuru Nişanyan Evleri. Gerçekten büyüleyici bir atmosferi var. Zaman ve imkân ölçüsünde Şirince’de konaklayacaklar için keyifli bir seçenek…
Kahvaltı ve Şirince gezisinin ardından Selçuk merkezdeki butik otelimiz Kalehan’a ulaşıyoruz. Yakın bölgedeki, güler yüzlü personeli ile en sevimli ve en temiz otel, desek inanın abartmamış oluruz. Odalara yerleşme ve dinlenmenin ardından tekrar toparlanıyoruz. Günün ikinci durağı Tire…
Tire’ye Selçuk tarafından girişte sağda bir tabela: “Kaplan Köy 4 km.”… Yol dört kilometre ama zor virajlar sonrasında köye ulaşmamız 15 dakikamızı alıyor. Açık havadayız ya, acıkmışız. Kaplan Dağ Restoran, konumu ve yöre yemekleri konusundaki ününü kesinlikle hak ediyor…
Yirminin üstünde zeytinyağlı-meze çeşidi sunan restoranda, ara sıcaklar ve ana yemeklerin de tadına kesinlikle bakılmalı…
Şehir anlamına gelen “Teira” sonra “Thyrea-Thyraia”dan değişe değişe “Tire” olmuş. Bir dönem Aydınoğulları Beyliği’ne başkentlik yapmış.
Günümüzde İzmir’e bağlı 41 bin nüfuslu şirin bir ilçe. Bizde, minyatür bir Bursa, izlenimi bıraktı, camileri ve türbeleriyle… Dağ ve ova köylülerinin salı günü kurduğu pazarıyla meşhur. Salı Pazarı sabah erken saatlerde Türkçe okunan duayla başlıyor. Meyvenin sebzenin en iyisini bulabileceğiniz gibi, küçük el sanatlarının hoş örnekleriyle de karşılaşmanız mümkün bu pazarda…
Geleneksel yöntemlerle urgan, keçe, semer gibi zanaatlarla geçimini sağlamaya çalışan bir avuç imalathaneyi dolaşırken, Arif Cön’ün atölyesinde soluklanıp keyifli bir sunum izliyoruz. Yaptığı işten bu denli zevk alan her insan başarıya ulaşıyor sanırım.
Tire’de birçok dinî yapı var ve bunlardan hepi topu beş altı tanesi yeni, geri kalanların çoğu 15’inci yüzyıla tarihleniyor. Tire camilerinin ortak birkaç özelliği var ki bizim dikkatimizi çeken ilk şey minarelerde kullanılan başarılı tuğla işçiliği oluyor. Türbeler ise ayrı bir özellik katmış Tire’ye. Hemen merkezde ziyaret ettiğimiz türbe İbn-i Melek’e ait. Osmanlı’nın bu ünlü tefsircisinin asıl adı İzzettin Ferişteye’dir. Türbede oğluyla yan yana yatıyor…
Şehri farklı bir noktadan; Top Tepe’den izledikten sonra, biraz aşağıda Belediye’ye ait keyifli bir parktayız. Kahvelerin ardından güneşi de kaçırmamak, güzel bir iki kare daha yakalamak için dalıyoruz sokak aralarına. Evler, sokaklar rengârenk ve sürprizlerle dolu. Çok fazla örneği kalmamakla birlikte, arada bir rastladığımız, heybetli eski Rum evlerinin restore ediliyor olması sevindirici.
Tatil mi acıktırıyor yoksa yediğimiz yemekler gerçekten çok mu lezzetli? Sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve oteldeki akşam yemeği derken kilo alıp döneceğiz tatilimizden…
İkinci gün programımız yoğun. İlk durak Priene Antik Kenti.
Selçuk’tan yola çıkıp Ortaklar üzerinden Söke’ye, oradan da Bodrum Milas yönüne döndük. Yol üzerinde sağımızda kalan Magnesia Ad Maeandrum: Menderes Magnezya’sı. Kazı yapılarak kentin kalıntıları gün ışığına çıkarıldığı taktirde, belli ki Anadolu’nun önemli antik kentlerinden birisi olacak.
Kısa bir süre sonra Güllübahçe kasabasına ulaşıyoruz. İleride sağda bir tabela, Aya Nikola Kilisesi’ni gösteriyor. Programda olmamasına rağmen bu hoş köyü ve kiliseyi gezmek için ufak bir yürüyüş yapıyoruz. Evler, manzara ve kilise gerçekten etkileyici. Kilisenin içinin bakımsızlığı, bizim içimizi yakıyor. Beş sene sonra çökmesi muhtemel.
Priene, Anadolu’nun tabiri caizse en derli toplu antik kentlerinden birisi. Antik Yunan Kent Mimarisi hakkında fikir sahibi olmak için iyi bir örnek. Konumu itibarıyla de etkileyici: Mykale Dağı’na (bu günkü ismiyle Samsun Dağı) sırtını yaslamış, Miletos’a doğru bakmakta. Kente girip yürümeye başladıktan bir süre sonra karşımıza Athena Tapınağı çıkıyor. Yaklaşık 2 bin 300 yıllık tapınağın, döneminin en ünlü mimarı Pythios tarafından yapılmış olduğu bizi şaşırtmıyor, çünkü tüm ihtişamı ve estetiğiyle karşımızda duruyor.
Athena Tapınağı’ndan sonra Priene’nin tiyatrosuna gittik. İÖ 200’lü yıllarda yapılan
tiyatronun sahneye yakın ilk oturma sıralarında şehrin ileri gelenleri için yapılmış özel koltuklar, oldukça iyi korunarak, günümüze kadar ulaşmış. Yaklaşık 6 bin kişilik ve Anadolu’nun en iyi korunmuş tiyatrolarından birisi…
Priene’nin sonrasında eski ismi “Domatia” olan “Eski Doğanbey Köyü”ne gittik. Köy, neredeyse boştu. 1924’e kadar Rum köyü olan Domatia’ya (Domatia: odalar anlamına geliyor), mübadele yıllarında boşaltıldıktan sonra Rumların yerine gelenler yerleşir. Köy bir süre sonra bu kişiler tarafından da terk edilir. Son yıllarda ise İstanbullu, Ankaralı ve İzmirli entelektüellerin sükûnet amaçlı yerleşimine sahne olmuş. Evler tek tek restore edilmiş ve hâlâ da ediliyor. Dilek Milli Parkı sınırları içinde kalan köy, 1992 yılında kentsel sit alanı ilan edilir. Rumlar zamanında kalma hastane binası “Ziyaretçi Tanıtım Merkezi” olarak hizmete açılmış 2004’te… Fakat takdir edilmesi gereken bu çaba yerine, neden bilinmez, bu merkez 2006’da kapatılmış.
Kültür-doğa-lezzet turumuzun merak edilen öğle yemeği Domatia’nın biraz ilerisindeki Karina Plajı’nda alınacak.
Plaja geldiğimizde karşımızda gülümseyen çift, restoranın sahipleri Hale Hanım ve Hakan Bey. Jandarma binası hariç görebildiğimiz yapıların eski gümrük binaları olduğunu belirtip, elektriğin ve telefonun olmadığını belirtiyorlar. Karina Plajı sakin ve huzurlu. Hava soğuk olmasına rağmen Ege güneşinin tadını çıkartıyoruz, Ege mezeleri ve balıklarıyla… Turun bu gününün lezzetleri de bambaşka gerçekten.
Yemeğin ardından efsaneler diyarı Bafa Gölü kıyısındaki Herakleia Antik Kenti’nin bulunduğu Kapıkırı Köyü’ne Yol alıyoruz. Yolda hoş geldin
kayaları karşılıyor bizi. Köyün güzelliğine mi yoksa gölün güzelliğine mi bakalım şaşırıyoruz. Sırtını Latmos’a (Beşparmak Dağları) yaslayan köyün içlerine doğru yürümeye başlıyoruz; bir ok yön göstermiş: Tiyatro. Yürüyoruz, hiçbir oturma sırası ortaya çıkmamış tiyatro karşımıza çıkıyor. Sahnede iki sıpa koşturup duruyor. Tekrar köyün içinden geçerek gölün kıyısına iniyoruz. Gün az sonra batacak. Bafa Gölü kızıllığı oluşmaya başladı bile. Herkesin elinde fotoğraf makineleri: Karşıdaki adalar, güneşin batışı, gölün kuşları, Latmos’un kızıllığı fotoğraflanıyor. Belki Yunan mitolojisinin Anadolu kültürüyle kaynaşmış en güzel örneği Enymion ile Selene’nin öyküsü. Gariplik bu ya; bir taraftan güneş batarken diğer taraftan “Aykız Selene” çıkıveriyor tepelerin üstüne doğru. Hava kararıp biz gittikten sonra gölün üstünde parlayacak.
Selçuk çevresini gezeceğiz bugün.
Keyifli bir kahvaltı sonrası karşılaşmayı hiç istemediğimiz bir manzara; yazın çıkan yangında kül olan o güzelim ağaçlardan boşalan alan, simsiyah kocaman bir alan… Hem Müslümanlar hem Hıristiyanlar tarafından ziyaret edilip kutsal sayılan Meryemana Evi ziyaretimiz, bu manzarayla ve keyifsizce başlamasına rağmen eve ve evin bulunduğu tepenin arka tarafına yangının ulaşmamış olması ufak bir teselli.
Antik dünyanın en büyük ve ünlü kentlerinde olan Efes gezimiz, Meryemana Evi’ni ziyaretimizin hemen ardından başlıyor. Detaylıca gezdiğimiz kente ilişkin bilgilerimizi henüz sindirememişken öğle yemeğinde Selçuk’un meşhur çöp şişinin tadına baktık.
“Yemekten hemen sonra müze mi gezilirmiş” demeyin, Selçuk Müzesi, Efes ve yakın bölgeden çıkarılmış, onlarca özel eseri barındırıyor bünyesinde. Anıtsal olarak çok anlamlı olmamakla birlikte, çalınan, yitip giden tarihî değerlerimizi fark edebilmek için Dünyanın Yedi Harikası’ndan birisi olan Artemis Tapınağı’nın bulunduğu alanı ziyaret ettikten sonra insanın British Museum’a gidip neler çaldırdığımızı göresi geliyor.
Selçuk Kalesi ziyarete kapalı ama biraz altında yer alan ve M.S. 6’ıncı yüzyılda yapılmış St. Jean Kilisesi’nden İsabey Camii’ne ve Pamucak’a doğru manzara almak mümkün. Aynı noktadan, denizin şimdiki uzaklığıyla bundan 2 bin yıl önceki uzaklığı arasındaki farkı algılamak, enteresan gerçekten… Ege’nin haylaz nehirleri, antik dönemde bütün liman kentlerinin sonu olmuş. Hemşehrimiz Heredot’un “çalışan nehir” dediği Büyük Menderes, dün gezdiğimiz bölgenin; Küçük Menderes ise Efes’in kaderini oluşturmuş. Nehrin getirdiği alüvyonlarla dolan limanlar, kentlerin en önemli gelirini oluşturan deniz ticaretinin sonunu da getirmiş. Bu sebeptendir ki Efes kenti yakın bölgede dört defa kurulmuş.
Selçuk, yakın çevresi gezilebilecek yerler açısından oldukça zengin. Buraya kadar gelmişken Anadolu’da üç tane olan Yedi Uyurlar’ı ziyaret etmemezlik olmazdı.
Dönüş günü;
İlk gün gezdiğimiz Tire’nin içinden geçip Ödemiş’e, Ödemiş’ten de Birgi’ye ulaşacağız.
Antik dönem ismi Prygion (kale) olan Birgi, bir dönem Aydıoğulları’na başkentlik yapmış. Tek katlı şirin evleri ve ağaçlar arasına saklanmış sokaklarıyla küçük, sevimli bir Ege kasabası.
Birgi’de ilk durağımız “Çakıroğlu Konağı”. 1760’lı yıllarda Şerif Ali Ağa isimli zengin bir tüccar tarafından yaptırılan konak, Gelenekli Türk Evi örneklerine pek benzemiyor. Eyvanı ve oda duvarlarındaki resimlerle alışılagelmişin çok dışında.
Konağın karşı tarafında biraz yukarıda yer alan Birgi Ulu Cami, Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından 1312 yılında inşa ettirilmiş. Cami hakkında bilgiyi caminin imamından dinledik. Bu meraklı imamımız, üşenmemiş almış kitaplar okumuş, bölgeyi ziyaret eden üniversite hocalarını dinlemiş ve Birgi ve camii hakkında hoş bilgiler derlemiş. Paylaşmayı da seven imamımız, eşsiz minberin çalınan ama daha sonra geri gelen kapılarının öyküsünü anlattı. Keşke her eserimiz konusunda da bu kadar şanslı olabilseydik.
Birgi’den ayrıldıktan sonra Bozdağ’a tırmanışa geçtik.
Bozdağ’ı aşarken Gölcük, Bozdağ ilçesi ve ilçenin hemen yakınındaki Mermeroluk Mesire’si, sonra Kırkoluk uğranabilecek noktalar arasında. Bütün bu doğal ve kültürel zenginlikleriyle bambaşka bir Ege parçası Bozdağ: Köylerinin ismi bile ilginç; “Allahdiyen”!
Dağları aştık, Salihli’nin kıyısında Sart Mahmut Köyü’ndeyiz. Parayı değişim aracı olarak ilk kez kullanmaya başlayan Lidya Uygarlığı’nın başkenti Sart’ın önce Gymnasium’unu, sinagogunu gezip, ardından köyün diğer tarafında yer alan Artemis Tapınağı’nı ziyaretimizin ardından 4 günlük turumuz sona eriyor. Artık Salihli’yi Akhisar’a bağlayan Gölmarmara yolu üzerinden İstanbul’a ulaşacağız.
Yazı ve Fotoğraflar:
Ali Çelik