UA-15301091-4

Pharax (Fariske) Köristanı

Pharax ( Fariske ) Köristanı

Haritada işaretleyip Karaman Ermenek’ten yola çıktım. İki üç ayrı nokta görme hevesindeyim.

Öncelikli hedefim 50 km mesafede, Sıraveliler ilçesine bağlı Göktepe Beldesi yakınlarındaki “Pharax (Fariske) Köristanı”

(Önce şunu söyleyeyim; ben de yakın biz zamana kadar “köristan” ne demek bilmiyordum. Sonra defineci sitelerinden mi nereden öğrendim hatırlamıyorum; Anadolu’da kaya mezarlarının bulunduğu bölgelere verilen isimlerden birisi imiş).

Yol keyifli… Zaten Ermenek’in merkezinden de çok keyif almıştım, çevre yollar, köyler manzaralar bana değişik geliyor.

Sıraveliler’in girişinden sola sapıyorum. Göktepe’ye ulaşıyorum.  Beldeyi geçtikten sonra yol biraz bozuluyor ama gidilmeyecek gibi değil. Bir tarafım sedir ormanı, diğer tarafım ise bağlık bahçelik.

“Artık ulaşmış olmam lazımdı,” diyorum, belli, sapağı kaçırmışım. Ama ilerlemekten de kendimi alıkoyamıyorum; zira inanılmaz güzel bir plato manzarası ile karşı karşıyayım.

Aşağıda bir köy, köye kadar ilerleyip oradan birisine sorarım diye düşünüyorum ama az ileride sırt çantası ve ayakkabısından trekkingci olduğu anlaşılan birini fark ediyorum.  Yanında gidip soruyorum:

– Fariske’yi biliyor musunuz?

– Biliyorum, çok ilerlemişsiniz, yaklaşık 5 km önce sapağı vardı, kaçırmışsınız.

– Sapak tabelası var mı?

– Yok sanırım.

Öğretmenmiş, burası onun köyüymüş, büyükşehirlerin birinde görevli imiş, köyüne geldikçe de bu manzaralı yaylalarda, ovalarda yürüyüşe çıkarmış.

Teşekkür ediyorum, geri dönüyorum.

Solumda kalacak sapağı dikkatli dikkatli arayarak ilerliyorum.  Biraz ileride güzel, asfaltlı daracık bir yol var. Burası olabilir.

Ve evet, bir süre sonra tabelasıyla da de karşılaşıyorum. Çok yakınımda koca kayalara oyulmuş mezar yapıları. İnternette bulduğum -iki sene önce çekilmiş- fotoğraflar ile karşılaştırıyorum, bir şeyler değişmiş. Şöyle etraflıca bakınca anlıyorum ki defineciler dinamit vs. ile tahrip etmiş.

Sedir ormanının içine doğru bir patika var, birileri yürümüş daha önce. ”Başka kaya mezarlarına çıkacak sanırım bu yol” diye düşünerek tırmanmaya başlıyorum. Ormanlık alanda yürümek çok iyi geliyor ama patika biraz dikleştikten sonra yürüyüş zorlaşınca azıcık keyfim kaçıyor.

Bir süre sonra düzlüğe çıkıyorum. İki çoban, yüzlerce keçi… Aradıklarım da işte burada; 4 tane kaya mezarı daha. Biraz fotoğrafın ardından çobanlara soruyorum: “Buralarda başka kaya mezarı ya da tarihi yapı var mı?”

“Şu yukarıda var abi…” diyorlar, “Buradakilerden daha büyük yukarıdakiler.”

Yukarı diye gösterdikleri yer ciddi mesafe. Yürümek için bir saatten fazla zaman ayırmam lazım, ama dediler ya: “burada gördüklerinden daha büyükler”, gidip görmem gerekiyor diye hissediyorum.

Çobanlardan biri, “Abi normal yoldan yürürsen uzun sürer, bence şu çaprazdan, keçilerin yanından doğru devam et, biraz eğimli ama daha kısa sürede çıkarsın.

Bakıyorum gösterdiği yola; çıkılır mı? Çıkılır.

Dağda bayırda rahat rahat dolaşmalarına oldum olası imrendiğim keçilerin yanından geçiyorum, çapraz eğimli bir yol tutturuyorum kendime, çevremdeki ağaçlara tutuna tutuna tırmanıyorum.

Bir ara kafamı kaldırıp yukarıya bakıyorum; tutunabileceğim sağlam bir dal, bir çıkıntı bile yok! Belli ki yanlış yerden kaptırmışım, dönmem lazım.

Ama arkama doğru bakmamla gözüm kararıyor.

Geri dönüş yolum bir uçurum kıyısı. Nasıl gelebildim ben buraya?!

Yukarı bakıyorum tutunmak için tek seçenek dikenli otlar, aşağı bakıyorum uçurum.

Ayakkabımın altından taşlar dökülüyor. Arkalarından bakıyorum düştükçe düşüyorlar.

Aşağı dönüş mümkün değil, yukarıya doğru ne kadar zorlayabilirim, ondan da hiç emin değilim.

Dikenli mikenli yapacak bir şey yok diyerek bir gayret ileri atılıyorum, dikenleri avuçluyorum. Canım yanmıyor mu, bağırıyorum acıdan… Hadi biraz daha ilerledim ama zirveye çıkabilmem için bunun gibi gözümü karartmam gereken 5-6 ilerleyiş daha var. Hadi bir tane daha… Bu sefer dikenlerin içine atıyorum kendimi. Yalnızca avuç içlerim değil, kollarım da kan içerisinde. Geriye bakayım diyorum, kafamı çevirmemle birlikte güneş gözlüğüm uçuyor gidiyor.

Kaldım burada. Jandarmayı arasam, gelip bir şekilde beni buradan alsalar, diyorum içimden. Ya da dur, çobanlar sesimi duyarlar mı acaba, bir yerden ip bulsunlar, normal yoldan zirveye çıkıp bana ip atsınlar, beni çeksinler. Ne kadar gerekiyorsa beklerim. Tam bir rezillik. Yok, yediremiyorum.

Yukarı bakıyorum, dikenli çalılar da bitiyor,  sadece kurumuş sütleğenler var. Dibimdekileri yokluyorum, beni tutacak kadar sağlamlar mı diye, mümkün değil. Anında elimde kalıyorlar. Ayağımın altından toprak kayıyor. Düşsem ölür müyüm, sakat mı kalırım?

Ellerim, kollarım kanıyor, güneş gözlüğü gitti, pantolon yırtıldı.

Bir de ukalalığa bak, yukarı çıkarken yanıma su falan da almamışım; termos bardakta sabahtan kalan kahve ile tırmanmışım, o da halen outdoor pantolonun yan cebinde. Kalanı dökülmüş, bacağım da yanmış. Ama onun acısını duymuyorum bile.

Sanırım 5 dakika falan durdum ama insana saatler gibi geliyor o çaresizlikte. Küfürler savuruyorum, elbette kendime.

Senin tırmanacağın tepeye de, senin köristanına da, kaya mezarına da…

Son bir gayret kendimi yukarı atıyorum 4 -5 adım. Bir sütleğenin kökünden tuttum, elimde kaldı. Ama ayağımı öyle bir yerleştirmişim son adımda, toprağa sokmuşum neredeyse.

Ayakkabının da yanı açıldı bu esnada. İçine taş doldu. Umurumda mı, elbette hayır, ufacık ters bir hareket ile aşağıdayım.

Benim tek atımlık kurşunum, ama tepeye de son 4-5 adım kaldı. Hadi dedim bacaklarıma. Ve son bir çaba ile tepe!

Oh!!!

Çobanların yanından zirveye ulaşmam muhtemelen 25 dakikamı falan almıştır.

Ama bana saatlermiş gibi geliyor.

Yukarıdayım, şöyle bir baktım çevreme,  dönüş yolumu kestirdim önce. Sol taraftan ormana doğru ilerleyen bir yol beni makul bir yere indirecek gibi.

Kaya mezarı var mı, var. Ama gözüm görmüyor bile. Amacım önce ana yolu ardından da arabayı bulmak.

Cana geleceğine mala gelsin derler ya, gözlük yok, pantolon yırtık, ayakkabı sökük. Teselli, sırt çantam ve içindeki fotoğraf makinesi sağlam.

Bu mala da zarar geldi tabii, eller diken içinde, kollar kan içinde. Susamış ve acıkmış.

Orman içinden bir patika bulup ana yola indim. Oradan da arabayı bıraktığım yere doğru…

Yol kenarında bir elma ağacından elma kopardım, arabanın yanında Roma döneminden kalan bir yalağın (lahitin) içinden su içtim.

Hayattayım ve mutluyum.

Fariske Köristanı ile ilgili bilgiler ise başka bir yazıya…

Etiketler: